28,9310$% 0.06
31,4739€% -0.01
36,7451£% -0.11
1.952,74%1,51
3.181,00%2,15
12.722,00%2,15
2.094,20%1,14
7.962,34%3,14
1159056฿%1.62857
29 Mart 2023 Çarşamba
“Asıl marifet buluttaydı ama herkes yağmura şiir yazdı” diyor ya Cahit Zarifoğlu, işte öyle bir durumdu bendeki de. Aslında biliyordum marifetin bulutta olduğunu. Ama ulaşamıyordum ki buluta. Öyle ulaşılmaz, öyle erişilmez bir yerdeydi. Uzatsam elimi dokunacaktım oysaki. Ama görünmez kelepçeler vardı sanki bileklerimde. Gönlümün avuçları açılmıştı duaya lakin dillerim lâl olmuştu adeta. Konuşmadı dillerim, konuşamadı. Ama ellerim, kalemlerim yazdı. Şiirlerle konuştum, mısralarla dertleştim. Seninle ilgisi olan her şeye ilgi duydum ve senin sevebileceğin her türlü şeyi sevdim. Yağmurlara şiirler yazdım mesela, hece hece seslendim hayatıma giren bu güzelliğe. Siyah beyaz dünyama kattığı bütün renkler, bütün güzellikler için yağmur damlalarının hepsine teşekkür ettim.
Hâlbuki şairin de dediği gibi asıl marifet buluttaydı. Çünkü güzel bir evlat ancak güzel bir annenin eseridir. Lakin bilmek yetmiyor bazen. İçinden milyonlarca teşekkür fışkırsa da, sesini duyuramıyorsun hiç kimseye ve ulaştıramıyorsun hiçbir yere. Çığlık çığlık birikiyorsun kendi içinde. Ve yağmuruna şiirler yazmaya devam ediyorsun asıl marifetin bulutta olduğunu bile bile.
“Konuşsam dilim yanar, sussam kalbim” diyor ya üstad. Tam on beş yıl yandı kalbim. On beş yıl boyunca gönlümden katmer katmer şükranlar yükselse de arşı alaya, sesimi duyuramadım gökyüzündeki buluta. Sustum. Sustukça kendi içimde büyüdüm. Ancak hayatıma bir rahmet olarak yağan ‘sen yağmuru’nun sebebi olan o masmavi, o sonsuz gökyüzündeki buluta duyuramadım sesimi. “Dünyaya getirdiğin böyle bir güzellik için teşekkür ederim” diyemedim. Oysa hayalimdi gölgesinde serinlemek ve milyonlarca buseyle mutluluğumu dile getirmek. Ve şimdi o bulut, bembeyaz örtüsüyle, bambaşka bir sonsuzluk mavisinin derinliğinde…
Bundan böyle, sen bulutunu kaybettin, ben hayallerimi… Çünkü, “Sen bu yeryüzüne ne güzel bir yağmur damlası ikram ettin” diyemedim. Diktiği filizler boy verirken yeryüzünde, yerler yarıldı yerin en derin yerlerinde. Memleketimle birlikte yüreğimde de depremler oldu, tufanlar koptu. Senin canının yarısı nasıl düştüyse toprağın en hazin köşesine, benim canım da düştü seninkiyle birlikte aynı yere.
Şimdi lâl olmuş dillerimle değil, ‘sen yağmuru’nun gönlüme verdiği ilham ile anlatıyorum melalimi…
Ey gökyüzünün sonsuzluğundan kopup, farklı bir sonsuzluğun sevdasına düşen bulut!
Biliyor musun?
Sevdayı yalnızlık yarına ittin*
Vuslata afet süsünü verdin
Beyazı karaya sen kurban ettin
Bulutu enkaza gömdün de gittin **
Mekânın cennet, makamın âli olsun…
Çünkü sen âli bir evlat yetiştirdin…
(*): “Yar” kelimesi uçurum anlamında kullanılmıştır.
(**): Narin Demirci
NOT: Kahramanmaraş depreminde hayatını kaybeden herkese yüce Allah’tan rahmet, kalanlarımıza baş sağlığı diliyorum.
Timur, sultan olduktan sonra hemen hemen hiç savaş kaybetmeyen nadir sultanlardan biridir. Bir savaşta ayağından yaralandığı için “Aksak Timur” anlamına gelen “Timurlenk” lakabıyla da bilinen Timur’a bir gün maiyetinden bir grup insan sorar:
– Sultanımız! Bugüne kadar hiç yenilmediniz. Acaba bunun sırrı nedir?
Timur bu soruya yanıtı şöyledir:
–Sultan olduğum zamana kadar defalarca kez kardeşlerimle ve amca çocuklarımla taht kavgasına girdik ve defalarca kez yenildim. Son mağlubiyetimde askerlerim dağılmıştı ve ben de mağlup olup atımla birlikte ormana kaçmıştım. Onlar da atlarıyla peşimden geldiler. Ben atımı saldım ve bir taşın altına saklandım. Beni bulamayınca gittiler. Onların gittiğinden emin olmak için birkaç saat daha saklandığım yerde bekledim.
Çıktıktan sonra kendi kendime düşündüm. Beş seferdir savaşıyor ve başarısız oluyordum. Artık bir köye gidip yerleşmeyi ve orada çiftçilikle uğraşmayı, sultanlığın benim harcım olmadığını düşünüyordum. O sırada bir buğday tanesini almış yuvasına gitmekte olan bir karınca ilişti gözüme. Yuvasını da görüyordum. Yuvasına girmek üzereyken onu sınamak istedim ve sertleşmiş bir toprak parçasını alıp yuvasının önüne koydum. Toprak parçasının üzerinden çıkarken buğday tanesini düşürdü, almak için indi ve buğday tanesini yeniden yuvasına doğru çıkardı. Toprağın üstü dik olduğu için bir daha düşürdü ve bir kez daha getirdi buğdayı. Bunu dört kez yaptığını görünce kendi kendime “Benden fazla mı deneyeceksin?” diye sordum. Ama beşinciyi de denedi, altıncıyı da. Pür dikkat karıncayı izliyor, ne zaman yılacak ve pes edecek diye bekliyordum. Fakat karınca 66 kez denedi ve 67’nci denemesinde buğday tanesini yuvasına girdirmeyi başardı.
İşte o an kendi kendime “Ey Timur! Hani sen eşref-i mahlûkattın? Hani sen yaratılmışların en şereflisiydin?” diyerek bir hışımla ayağa kalktım. “68’i, 69’u deneyeceğim. Bu başım bu gövdede olduğu sürece denemekten vazgeçmeyeceğim” dedim ve ondan sonraki ilk savaşımı kazandım. 6’ıncı tahta geçmiş oldum. O gün bu gündür hiç yenilmedim. Bana bir karınca sabır ve kararlılığı öğretti. Ve o yüzden benim mürşidim bir karıncadır.
Bir karıncayı kendisine mürşid edinen bir Hakan’dır Timur. Zira her iş yürekte başlar, yürekte biter. İnsan olmayı bile başaramamış yüreksizlere zaten bir sözüm yok ama en azından yüreği olanlara da Ahmet Şafak’ın Timur için yazdığı şu dizeleriyle seslenmek istiyorum:
Bir karıncayı kendisine mürşid edinen bir Hakan’dır Timur. Zira her iş yürekte başlar, yürekte biter. İnsan olmayı bile başaramamış yüreksizlere zaten bir sözüm yok ama en azından yüreği olanlara da Ahmet Şafak’ın Timur için yazdığı şu dizeleriyle seslenmek istiyorum:
“Kalk haydi kalk Timur şu dünyaya bak Timur
Büyük adam olmanın yolu büyük düşünmek
Ayağın topal olsun yüreğin olmasın lenk”
Lenk: Topal
Öyle sıradan bir şeye benzemiyordu seni kaybetmek. Yeryüzünün alt üst olması ve bütün tufanların her gün yeniden kopması gibi bir şeydi. Önce gökyüzünün mavisi çekildi üstümden, sonra gecemi aydınlatan yıldızlar kaydı siyahın en soylu, en hazin yerinden. Kutup yıldızım kayboldu, yönümü rotamı şaşırdım birden. Kalakaldım karanlıklar ortasında.
Siyah beyaza döndü gökkuşağımın yedi rengi. Yüzünü güneşe dönmez oldu ayçekirdeğim. Şemsin ışıyan bütün şavkına sırtını döndü gündönderen. Yıkıldı, tarumar oldu senin için dua ettiğim içimdeki kutsal mabedim. Her şey anlamını yitirdi. Sustu dilimdeki kelam, kurudu kalemimdeki mürekkep. Şiirlerim can verdi sayfaların ortasında. Hiçbir harf, hiçbir hece ulayamadı kendisini bir başka harfe, bir başka heceye. Edebiyatım, anlamım yerle yeksan oldu gidişinle. Kalemim bir mahkeme salonunda değil senin için yazılmış şiirler için kırıldı en hassas yerinden. İdama mahkûm oldu tüm sözcüklerim.
Yokluğun çok zordu. Ama kaybetmek bambaşka bir acıydı tarifi imkânsıza yakın. Çölde kana kana içmeyi hayal ettiğin son kalan tek damla suyunu yitirmek gibi bir şeydi. Dudaklarının yarılırcasına çatlaması ve ılık ılık kan süzülmesi gibiydi inceden inceden. Kan revan içinde kalmak, hüzünle harmanlanmaktı.
Seni kaybetmek derin kesikler atmıştı ruhuma. Her gidişin izi silinmeyen bir çentikti. Paramparça olmuştu hislerim, inanışlarım. Bütün güven duygularım tek hamlenle un ufak olmuştu. Kimseciklere güvenemez olmuştum. Her şey şüpheliydi artık, her şey müphemdi. Bakışların, sözcüklerin hiçbir tılsımı kalmamıştı. Sanki ruhunu yitirmişti kâinat. Taş ve toprak yığınından başka bir şey değildi geriye kalan.
Seni kaybetmenin tek güzel yanı bir gün geleceğin umuduydu. Geleceğin günlerin hatırına varlığına şükretmekti. O günlerin hayaliyle yeniden nefes almak, yeniden yaşama başlamaktı. Umuda dair bir şeydi kaybın.
Ama gelmedin…
Gelmeyeceksin…
Ve benim için ne anlam ifade ettiğini hiçbir zaman bilmeyeceksin…
“Şehirler de insanlara benzer. Duyguları, açlıkları, nefretleri, aşkları vardır” diyor Ümit Yaşar Oğuzcan. Ben en çok açlığı olduğuna inandım. Çünkü en fazla sana aç kaldı bu şehir. En çok seni özledi, seni bekledi, sana doğru hasretler yüklendi sırtının en kambur yerine. En çok senin yokluğunu çekti. Çünkü en çok sen gelmek istedin bu şehre, en çok sen özledin.
Hani Ortaköy’de kumpir, Kanlıca’da en lezzetli yoğurdu yiyecektin? Kız Kulesi’ne bakan bir bankta çay içecek, gözlerimin içine baka baka hangi şiirlerin sana yazılmış olduğunu tahmin edecektin. Belki de şiirlerden fallar tutacak, “Bu şiirde seviyor”, “Bu şiirde sevmiyor” diyecektin. Sensiz geçen bir ömrün her gününü, her anını dinleyecektin benden. Ben anlatmadıkça bir şiir daha çekecektin içine. Hecelerde, mısralarda, kıtalarda arayacaktın söylenmemiş, dile gelmemiş ne varsa.
“Yaz” diyordun hani “yaz mutlaka”. “Sen yaz ben okuyayım” diyordun. Bak yazdım ben. Hem de çok şey yazdım. Kimisi senin gözlerine bile değmeden kaldı sayfalar arasında. Kimisi de kaleme, kâğıda gerek kalmadan dualarla yazılıp gönderildi arşı alaya.
“Gel” diyordun hani “gel mutlaka”. “Sen gel, ben de geleyim” diyordun. Bak geldim ben. Hem de çoktan ayakbastım bütün sevdiğin yerlere. Şimdi sıra sende.
Haydi gel!
Martılar sana da söylesin en güzel şarkılarını kuşluk vakitlerinde
Güvercinler senin attığın buğday taneleriyle beslesin yavrularını
Vapurlar senin için kalksın iskelelerden
Ve Kız Kulesi senin için kalsın sepserin suların tam ortasında
Deniz sana doğru savursun masmavi dalgalarını köpük köpük
Maviyle beyazın en güzel ahengi senin için oluşsun
Yunuslar sevincinden ne yapacağını şaşırsın seni görünce
Gel de boğaz ikiye bölünmesin bundan böyle
Seninle bütünleşsin, tekmil olsun kıtalar
Asya’sı Avrupa’sı kalmasın bu işin
Her şey sen oluversin birden bire
Haydi gel!
İstanbul gibi bak gözlerime
Bakışlarından mavi mavi
Sonsuzluk damlasın gözlerimin içine
Ve “Şehirler de insanlara benzer” diyen Ümit Yaşar haklı çıksın. Gel de sana benzesin bu şehir.
Gel de sana benzesin…
“1937’de doğdu
Beş yıl sonra bozkırda
Babasının yanında çoban oldu
Öksüz kuzuları sevdi, köpeğini, eşeğini
Güneşin soğuktan bağrı yanık
Kara kuru yoksul
Ama sonsuz hür bir çocukluğu oldu
Gençliğinde hiçbir kızın elini tutmadı
Ve bir gün doktor oldu
Sonra artiz
Malın gözüydü artık
Nice kadınlar sevdi
Hiçbiri yoktu
Çünkü onları öpmüyor
Karate yapıyordu
Yüzlerce film, o kadar köfte
Hayatı boyunca ‘nayır’, ‘nolamaz’ dedi
Geçenlerde öldü
Reklam filmi çekerken”
O, kendi kendisini anlattığı bu şiirinde de bahsettiği gibi bir bozkır çocuğu. Ancak yüreğinin topraklarına çeşit çeşit yetenekler ekmiş bir sanatkâr. Yüreğini bozkır ve çorak bırakmamış, ekmiş, biçmiş, yeşertmiş. Türlü türlü yemiş üretmiş ve derdi, davası hep memleket olmuş, vatan olmuş. Aktörlüğünü de şairliğini de memleketine yontmuş. “Memleketim” diye seslenmiş “Memleketim” diye içlenmiş. Sonra bir başka dizelerde şöyle devam etmiş;
“Memleketim
Türkiyem
En korkunç eşkıya olarak yemin ettim
Amerika, mamarika
Daha ne kadar düşman varsa
Mesela medya
Sizlere çiçeklerimi çiğnetmeyeceğim
Çünkü benim her çiçeğim bir memlekettir”
Diyorum ya, bozkır topraklarda doğmuş olsa da yüreğinde sanatla birlikte güzellikler yeşerten bir insan o. Bazen şiirlerinde buğdaylarla birlikte ölen, bazen de aynı şiirin bir başka yerinde memleket türküsüyle vücuda gelen; ara sıra bozkırın üstündeki bulutlara, başka bir zamanda da yiğit atlara binen ve şiirlerde ağlayıp şiirlerde umut eden bir insan hem de.
“Karayel kavurup öldürdüğünde buğdayları
Ben de ölürdüm
Bahar gelip hayat verdiğinde bozkıra
Bir memleket türküsü olurdum
Yağmur yağdığında tarlalara
Doya doya yağmuru içerdim
Bulutlar bozkır göğünde uçuşurken
Üstlerine biner
Bembeyaz yiğit bir at
Masallara uçardım
Dağlarda çoban ateşleri yandığında
Baştan aşağı bir eşkıya
Zalimlerin korkusu olurdum
Nerede bir bebek doğsa
Adını ben koyardım
‘Memleketim’”
Çobanlıktan doktorluğa, doktorluktan film yıldızlığına uzanan bir çizgide güzel bir insan olarak kalmak, kendi doğruları içinde eğilmeden, bükülmeden dik durarak bir ömür yaşamak. İşte bu her yiğidin harcı değildir. Yüzlerce yeşilçam filminde hep bir kahramandı o. Bir babayiğitti. Kimi zaman ‘Kara Murat’, kimi zaman ‘Battal Gazi’, kimi zaman da ‘Malkoçoğlu’ydu. Ancak o gerçek kahramanlığı ve gerçek bir Malkoçoğlu olmayı şöyle anlatıyor;
“Bana diyorlar ki, “Sen Malkoçoğlusun”. Kahraman. Kahraman nedir ya? Vallahi, Türkiye’de evine alın teriyle, namusuyla ekmek götürüp ailesini doyuran her ana-baba kahramandır. Bu çok önemli. Ana-babanın bir diğer şerefli görevi de çocuklarına en iyi eğitimi vermek. Ben o işi yaptığıma inanıyorum. Ondan sonra ne halt olurlarsa olsunlar. Biri artist olur, biri artiz olur, hiç karışmadım.”
Böyle söylüyor, böyle tanımlıyor gerçek kahramanlığı. Nasıl olur da, “Gerçek bir kahraman, gerçek bir babayiğit” demezsin ki onun için. Şiir gibi yaşadı hayatını. Çünkü o çok güzel bir şairdi. Tıpkı bir başka güzel şair Ahmet Selçuk İlkan’ın, “Şairler kahramanlardır. İnsanların düşünemediğini, söyleyemediğini, cesaret edemediğini dünyada en önce şairler söylemiştir. Marşları da, savaşları da, zaferleri de yazan şairlerdir” dediği gibi. Gerçek bir kahramandır Cüneyt Arkın da. Mavi gözlü bir Kara Murat, davasına kara sevdalı bir dilaver.
Ulvi davaların adamı. Her türlü sömürünün ve emperyalizmin karşısında dimdik durmak; kişiliğini ve sanatını hiçbir şeye ve hiçbir kimseye peşkeş çekmemekti içindeki kutsallardan biri de. Dizeleri bile başkaldırıyor emperyalizme. Bütün dünyayı bombalara boğsa da, o bombaların bir çiçeğin güzelliğine yenileceğini anlatıyor şiirlerinin birinde.
“Kocaman Amerika
Baştan aşağı bomba
Yok etti şehirleri, insanları
Yaşlıları, çocukları
Dağları, nehirleri
Kuşları, böcekleri
Çiçekleri
Lakin adalet bu
Göremedi
Uzak bir dağın
Uzak bir yerinde
Yeniden açan bir kır çiçeğini”
İnsanlık onuru, umut, hürriyet ve ekmek kokar bütün mısraları. Vatan kokar buram buram. İnsanca yaşamaktan, bunun yolunun da kucaklaşmaktan geçtiğine dem vurur. Ilgıt ılgıt Anadolu eser hecelerinde ve herkes Anadolu’yu görür o şiirlerin çehlerinde. Mesela şöyle seslenir memleketinin insanına şairce;
“Ne kadar sıkı tutarsan amacını
Kardeşinin göğsünde tutar gibi
Çoğalır, çoğalırsınız
Ekmek ve hürriyet gibi
Kutsaldır hakkını isteyen insan
Kutsal ve helal
Alın teri
Ne zamanki yürürsünüz bu uzun yolda
Çoğala çoğala
Kucaklaşmış tek vücut
Tek hedef
İnsanca yaşamak
Vatanda
Vatanseverler
Güzel bir dünya bırakırsınız
Çocuklarınıza
Ekmek ve hürriyeti
Çoğalta çoğalta”
Bütün bu güzel hasletlerle dünyanın kurtarılacağına inanırdı. Çünkü zaten ‘Dünyayı Kurtaran Adam’mımız değil miydi o? Hâl böyleyken dünyayı kurtarmanın da şifresini veriyordu bir şiirinde yine;
“Ben kurtardıysam dünyayı
Sen de yapabilirsin arkadaş
Dert etme
Gülümse
Güller açsın yüzünde
Umudu yaşatmaktır yeryüzünde
Her gülümseme”
“Ben kurtardıysam dünyayı sen de yapabilirsin” diyor. Kendi içine yöneltiyor insanı ve kendi içindeki cevheri görmelerini umuyor. “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” der gibi haykırıyor şiirlerinde. Kendisi herkesin kahramanı olsa da, “Benim kahramanım Türk halkıdır” diyor ve bu sözünü bile şu şekilde şiirleştiriyor önsöz olarak kaleme aldığı bir kitabında;
“Evet, benim kahramanın Türk halkıdır
Çünkü arif bir halktır
En zor şartlar altında mucizeler yaratır, yaşar
Açlık sınırı altında bile yaşar
Borç batağında yaşar
Soygun, talan, yalandan nefret eder
İnsanın içini temizler, adam eder
Yüreğiyle anlar, zorlukları yener
Tarih boyunca köle olmamıştır
Her türlü hürriyetsizlikten nefret eder
Ruhu bağımsızdır”
Şiiri sadece dizelerde yaşayan bir şair değil üstelik o. Onu bütün damarlarında hisseden ve hissettiren bir şair. Günlük konuşmasında bile kelimelere ustaca hâkim oluşuyla, insanlara adeta ‘şiir dinliyorum’ izlenimi oluşturan bir şair. Çünkü sözcüklerin de kahramanı o. Bu örneğe çok net şahit olabileceğimiz katıldığı bir televizyon programında diyor ki;
“O günlere, o koyun güttüğüm
Çobanlık ettiğim günlere dönmek isterim
Yani gece boyunca gidiyorsunuz
Koyunlar otluyor
Otları koparma sesleri geliyor
Ara sıra bir kuş ötüyor
Yuvaya eşini çağırıyor
Uzaktan bir köpek uluması
Sonra gecenin tuhaf sessizliği
O karanlık, hafif morumsu
Yürüyorsunuz, çiy yağmış
Buraya kadar ıslanıyorsunuz
Sabaha karşı doyuyor, uzanıyor
Ben de tarlaya, toprağa uzanıyorum
Şöyle bir kesek
Toprak parçası yastık gibi
Başımı koyduğum zaman
Dünyanın en güzel uykusunu uyuyordum”
Cüneyt Arkın’ın bir şiiri desem yalan olmaz bu ifadelere. Ancak bu bir şiir değil. Katıldığı televizyon programında çobanlık yıllarını anlatırken ki konuşmasından aldığım bir kesit sadece. Anlatımı şiir gibi, yaşantısı şiir gibi, sevdası, davası şiir gibi bir adam. Şiiri sadece yazıp bırakmayan, aynı zamanda hayatının her alanına yayan bir adam. Şiirin o vakur duruşunu üzerinde taşıyan ender bir şair. Türk şiirinin Kara Murat’ı. Çünkü o, yağızlığı ve dik duruşunu şairliğiyle bütünleştiren hakiki bir kahraman.
Hecelerin, dizelerin, mısraların tükendiği yerden bir şair gönlüyle sesleniyorum şimdi:
Elveda sana Türk şiirinin Kara Murat’ı
Yeşilçamın Malkoçoğlu’su, Battalgazi’si
Tıp dünyasının aktör hekimi
İnsanlığımızın efsane karakteri
Mekânın cennet, yattığın yer pirüpak olsun
Elveda mavisiyle sonsuzluktan haber veren
Boncuk gözlü şairim elveda…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.