28,9205$% 0.04
31,5035€% 0.07
36,7891£% -0.01
1.964,72%2,18
3.181,00%2,15
12.722,00%2,15
2.109,13%1,87
8.026,27%0,98
1157991฿%1.56496
10 Eylül 2023 Pazar
Milyonların kalbine taht kuran, meslek büyüğüm Uğur Dündar ile Twitter’da karşılıklı takipleşiyoruz.
Dün takvim yaprakları 9 Eylül 2023’ü gösteriyordu.
…Ve önüme Uğur ağabey’in attığı bir tweet link olarak düştü.
İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşunun 101’nci yıldönümünde Fenerbahçe “Tüzük Tadilatı Kurultayı” toplanmış, Uğur ağabey de orada Yüksek Divan Kurulu Başkanı sıfatı ile genel kurula hitap ederken heyecandan sesi titriyordu.
Sözlerine İzmir’in kurtuluşundan başlamıştı Uğur ağabey, Atatürk’ün İzmir Hükümet konağına girişini anlatırken de duygulanmıştı. “Başta ulu önder Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Milli Mücadelemize katkı sağlayan tüm kahramanlarımızı saygı minnet ve rahmetle anıyorum” dedikten sonra konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Büyük Fenerbahçe’nin çok kıymetli fertleri, bugün imkânsız görünenin gerçekleştiği, olmaz denilenin olduğu, tarihin akışına son dokunuşun yapıldığı gün. Yarbay Mustafa Kemal’in Çanakkale’de başlayıp, inançla, azimle, kusursuz ferasetle yazdığı o muazzam destanın altına imzasını attığı gün bugün. 101 yıldır ulusça elde ettiğimiz her başının altında, Türk evladının kalbine ve alnına nakşettiği o imzadan taşan inancın, heyecanın, feyzin yıldönümü bugün.
Zira o imza, “Umutsuz durumlar yoktur. Umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim” diyen emsalsiz bir dehanın imzasıdır. Ne mutlu biz Fenerbahçelilere ki, biz de kulüp olarak o destanın içinde hem de en önünde yer aldık.”
Salonu dolduranlar kendisini dikkatle dinlerken sözü Filenin Sultanları’nın başarısına getirip onları da kutladı ve bombayı patlattı:
“Şanlı Fenerbahçe’nin değerli fertleri, bugün 9 Eylül…
Bugün Başkomutan Mustafa Kemal’in önderliğinde 26 Ağustos’ta başlayan, 9 Eylül’de İzmir Hükümet konağından Yunan bayrağının indirilip Türk bayrağının göndere çekilmesiyle taçlanan bağımsızlığımızın 101’nci yıldönümü.
Bu tarihi günde, mabedimiz olan stadyumumuzun adının bundan böyle ilelebet FENERBAHÇE ATATÜRK STADYUMU olarak değiştirilmesi ve tescili konusunda, Başkanımız ve Yönetim Kurulumuza gereken yetkiyi, tek fire olmaksızın oy birliği ile vereceğinizden kuşku duymuyorum.”
Bu sözler üzerine salonda alkış koptu!
Belli ki, Atatürk denilince Fenerbahçe’de akan sular duruyordu.
Uğur ağabey, konuşmasının son bölümünde isim değişikliği konusunu destekleyen eski Başbakanlardan Şükrü Saraçoğlu’nun ailesine teşekkür etmeyi de unutmadı.
Sonuç: Fenerbahçe Genel Kurulu delegeleri tek fire olmaksızın bu teklifi onayladı.
Şimdi sarı-lacivertli kulübün stadyumunun adına saçlı, mavi gözlü Başkomutanımız Atatürk’ün adının verilecek. Ali Koç başkanlığındaki yönetim kurulu bunun için hemen harekete geçecek!
Resmi kurumlardan T.C kısaltmalarının kaldırıldığı, Atatürk isminin görmezden gelindiği, hatta ve hatta dualarda bile unutulduğu (!) birdönemde, Fenerbahçe camiasının ATATÜRK AŞKI ayakta alkışlanır.
Helal olsun bu kararı alan sarı-lacivertli yüreklere helal olsun!
Bir önceki yazıma “Eğer çaresizseniz, çare sizsiniz” diyerek başlamış ve Atatürk ile onun büyük mücadelesini anlatmıştım.
Atamız öncelikle aydın, milletine aşık ve Türk olmakla gurur duyan bir insandı.
57 yıllık yaşamı boyunca hiç durmadan bu millet için çalıştı, mücadele etti.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra, bilgi ve birikimi ile bizlere ışık olacak sözleri söylemeye devam etti.
“Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar, evvela haysiyetlerini sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar!” dedi.
* * *
Ama biz ne yaptık?
Bedevilere özendik!
Okumadık, araştırmadık, öğrenmedik!
Günden güne Atatürk’ün yolundan uzaklaştık!
Din adına, Arap kültürüne teslim olduk!
Atatürk, batının medeniyet seviyesine ulaşmamız için çalışmamızı isterken, biz onu yanlış anladık. İlim ve teknoloji alanında kendimizi geliştirmek yerine, batının soysuz yaşam tarzını benimsedik.
Güzel bir coğrafyada yaşadığımızı unuttuk!
Toprağımızın kıymetini bilmedik!
Atatürk’ün “Millet’in efendisi” olarak tanımladığı köylüyü bitirdik, tarımı yok ettik!
Birbirimize sımsıkı sarılıp, hiç durmadan çalışıp üretmeyi beceremedik.
Önce, sağ-sol çatışmasıyla birbirimizi kırdık!
Sonra din ve mezhep kavgaları ile birbirimizden uzaklaştık!
Bize dini söylemlerle yaklaşan politikacıları her zaman çok sevdik!
Türk Milli Eğitimi’nin içi boşaltılırken gözlerimizi yumduk!
Andımız yasaklanırken sırtımızı döndük!
Yerli tohumlar yasaklanırken, işin ciddiyetini kavrayamadık!
Sahip olduğumuz değerler, elimizden bir bir uçarken hiç birini göremedik!
* * *
Aklıma şimdi bir hikaye geldi. İzninizle onu sizlerle paylaşmak istiyorum;
Çok eski zamanlarda, ülkenin birinde zalim bir hükümdar varmış.
O hükümdar zevk ve sefa içinde yaşarkan, halk baskılardan, vergilerden bıkmış. Bıçak artık iyice kemiğe dayanınca sonunda isyan etmişler. Sokaklara döküpüp hükümdarı protesto etmeye başlamışlar. Bu protestolar sarayın önüne kadar taşınınca, hükümdar halkın karşısına çıkmış ve onlara seslenmiş?
– Ey ahali, sizleri çok iyi anlıyorum. Ama bir anlaşma yapalım. Benim sizlerden bir isteğim olacak. Onu eksiksiz yaparsanız söz veriyorum, görevimden ayrılacağım.
Ahali sevinirken, hükümdar sözlerine devam etmiş;
– Şu havuzu görüyorsunuz değil mi?
Şimdi sizlerin yanında emir veriyorum. Havuzun üzeri gece yarısı olmadan tamamen kapatılacak. Sadece kenarında küçük bir delik bırakılacak.
Sizlerden isteğim şu; Şimdi evlerinize gideceksiniz. Hayvanlarınızdan sağdığınız birer kovayı sütü buraya getirip havuzun bu deliğinden içeri dökeceksiniz. Sabaha kadar bu havuzu süt ile doldurursanız, size söz veriyorum. Ben de görevimi bırakacağım!
Bu sözler üzerine halk sevinçle evlerine koşmuş. İnekler sağılmaya başlanmış.
Ama o anda hemen hemen hepsinin aklına aynı kurnazlık gelmiş. Hepsi de birbirleri ile sözleşmiş gibi;
– Ya neden ben o havuza bir kova süt döküp, sütü ziyan edeyim ki? Süt yerine bir kova su döksem, o kadar büyük havuzda bunu kim anlayacak? Diye düşünmüş.
Sabah olmuş, halk o havuzun çevresinde toplanmış. Halkın toplandığını gören hükümdar da havuzun açılmasını emretmiş.
Bir de ne görsünler? Havuz tamamen su ile doluymuş!
Ahali, birbirlerine suçlayıcı gözlerle bakarken, hükümdar gülerek halkın karşısına çıkmış ve şöyle demiş;
– Sizler benden bıktığınızı ve değişim zamanımın geldiğini söylediniz. Ben de bu isteğinizi havuzun tamamen süt ile doldurulması halinde kabul etmiştim. Ama görüyorum ki, ben görevimi bıraksam bile, siz kendi aranızdan yine bana benzeyen birini başınıza getireceksiniz.
O halde ben neden ayrılayım ki?
* * *
Kimse kusura bakmasın, bu hikayedeki halktan bir farkımız var mı?
Sanki kendimizde hiç kabahat yokmuş gibi karşımızdakilere saldırmayı alışkanlık haline getirdik. Daha da acısı cahil ve çıkarcı bir toplum olduk.
Hem değişim istiyoruz, hem üstümüze düşeni yapmıyoruz!
Muhalefet partilerin haline bir bakın hele!
Hamasi nutuklar, öfke patlamaları birbirini kovalıyor.
Ağız tadıyla bir televizyon bile seyredemez olduk. Açık oturumlara katılan gazeteciler, adeta siyasi parti temsilcileri gibi davranıyor.
* * *
Bu arada beni yaralayan bir şey daha oldu, onu da paylaşmak istiyorum:
Atatürk’ün kurduğu CHP’yi başarısız bir şekilde yürüten Kılıçdaroğlu, büyük taarruzun yıldönümünde, 26 Ağustos’ta Atatürk’ün adını bile anmadı!
İktidara kızarken bunu da görmek gerekmiyor mu?
Bu kadar dibe vurmuşluk yeter diyorum. Silkelenip kendimize gelmeli Atatürk’ün yolunda buluşmalıyız! Bunu başaramadığımız takdirde sürünmeye devam ederiz!
Benden söylemesi…
Eğer çaresizseniz, çare sizsiniz!
Ne kadar müthiş bir söz…
Günümüzü de çok iyi özetliyor!
Çünkü hepimiz çaresizlikten şikayetçiyiz. Ama çare üretmiyoruz!
Bunun için sadece başkalarını suçluyoruz! Siyasetçilerden halka bulaşan bu hastalığın bizi nasıl da esir aldığını fark edemiyoruz!
Okumadan, öğrenmeden, sorgulamadan her şeyi bildiğimizi sandığımız için, bu durumdayız!
Bu yüzden yerimizde sayıyoruz.
Yerimizde saysak yine iyi…
Günden güne her yönden daha da gerilere doğru gittiğimizi bile fark edemiyoruz!
Çünkü; yaşadığımız bu çaresizlikte kendi payımızın da olduğunu, bundan kurtulmak için bize de büyük işler düştüğünü göremiyoruz!
Bu yüzden, zenginleşeceğimiz yerde, fakirleşiyoruz!
Daha konforlu yaşayacağımız halde, günü kurtarmaya çalışıyoruz.
Günü kurtardığımız zaman da kendimizi başarılı(!) sanıyoruz.
Ama, esas sıkıntı okumadığımızdan, öğrenmediğimizden ve etrafımızda neler olup bittiğini anlayamadığımızdan kaynaklanıyor. İçine düştüğümüz bu kötü durumdan bir türlü kurtulamıyoruz. Üstelik, kutsal kitabımızın ilk emri “Oku” olduğu halde bunu yapmıyoruz!
* * *
Peki çok mu? çaresiz bir durumdayız?
Hayır, çare hala bizde!
Çare, Atatürk’ü iyi anlamaktan geçiyor!
Dünyanın kasıp kavrulduğu bir ortamda cumhuriyetimizi kuran, kendi dönemi için “yüzyılın dehası” olarak kabul edilen, o büyük devlet adamı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ne kadar tanıyor ve anlıyoruz?
Ona hakaret edenleri, onun başarılarını görmezden gelenleri ve dualarında bile unutanları (!) bir tarafa bırakıyorum. Atatürk’ü sevdiğini söyleyenler, izinden yürüdüğünü(!) iddia edenler, ne kadar onun yolundan gidiyor?
Bence, işin sırrı tam da burada gizli!
* * *
Son zamanların moda cümlesi “Yerli ve Milli” tanımı en çok Atatürk’e yakışıyor!
Çünkü o hiçbir zaman Türklüğünü inkar etmedi. Hiçbir devlete biat etmedi. Türk olmakla hep gurur duydu. 57 yıllık yaşamını milletine adadı ve tüm dünyayı kendisine hayran bıraktı.
Okuduğu 3 bin 937 kitaptan edindiği bilgilerle çevresine ışık saçtı. Osmanlı subayı olarak cepheden cepheye koşarken, o büyük imparatorluğun bittiği noktada Türk Milletinin gönlünde “Hürriyet ve Bağımsızlık” ateşi yaktı. Bunu başarmak için de hayatını ortaya koydu.
Cehaleti her zaman en büyük tehlike olarak gördü. Cehalet için, “Yenilmesi gereken en büyük düşmandır” ifadesini kullandı. Okuduğu kitaplardan aldığı güç ile bir adım daha ileri giderek “Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi tercih edin!” deyiverdi. Çünkü milletine gösterdiği yolun ilimden ve bilimden uzak olmadığını iyi biliyordu!
Başkomutanımızdı, Başöğretmenimiz ve ilk Cumhurbaşkanımız oldu! Gönüllerimizde taht kurdu. Sonra da “Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar, evvela haysiyetlerini sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar!” diye bizleri uyardı.
Şimdi aynanın karşısına geçip kendimize bir bakalım mı?
Neredeyiz? Ne hallerdeyiz?
* * *
Hiçbir siyasi parti ayırımı yapmaksızın bütün insanlarımıza sesleniyorum; Beyler artık uyanalım!
Dinimizin ilk emri olan okumayı, anlamayı bir tarafa bıraktığımız ve kolaycılığı seçtiğimiz için bu hallerdeyiz. İşte bunun için her defasında kazıklanıyoruz!
Dış ülkelerin projesi haline gelen siyasetçilere biat etmediğimiz gün silkelenmiş olacağız! Atatürk’ün yolunda buluştuğumuz zaman kurtulacağız!
Çaresiz değiliz! Atatürk gibi büyük düşünmek zorundayız!
Çok çalışacağız, çok üreteceğiz, kültürümüze, tarihimize sahip çıkacağız.
İşte o zaman başaracağız! İşte o zaman tüm dünya bizi yeniden kıskanacak!
Biliyoruz ki, muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur!
Yeter ki isteyelim…
Bugün 24 Temmuz…
Gazeteciler için güya bayram!
1979 yılının başında bu mesleğe başlarken, bu günleri hiç hayal edememiştim.
Gazetelerin ve gazetecilerin bu kadar aciz duruma düşeceklerini, meslek ahlakını ayaklar altına alacaklarını hiç düşünememiştim.
Aslında her şey, meslekten gelmeyen patronların bu alana girmesiyle başladı.
O dönemde iktidarda ANAP ve onun başında Başbakan olarak Turgut Özal vardı. İlk iktidar döneminde basınla adeta balayı yaşayan ANAP, son döneminde icraatları ile basının eleştirilerine hedef olunca Özal öfkelenmişti. İşte o zaman ağzından “2,5 gazete ayakta kalacak” sözleri çıkıvermişti.
Bu sözlerin ardından, sanki görünmez bir el medyaya yön vermek için uzandı.
Gazeteci ailelerden gelen medya patronları, birer birer alandan ayrılırken, çalışan gazeteciler de hak kaybına uğradılar. Onlar için de, sendikalı, toplu sözleşmeli çalışma dönemi kapandı.
Sonra bir gazetenin şımarık Genel Yayın Yönetmeni ile ona uyum sağlayan patronunun “Bayramlarda biz de çıkacağız. Reklam pastasını Gazeteciler Cemiyetlerine bırakmak istemiyoruz” demesi, gazetecilik mesleğinde büyük bir çöküşün kapısını araladı. O günün Anayasa Mahkemesi de bunun yolunu açınca meslek çatırdamaya başladı.
* * *
Demokrasilerde, yasama, yürütme ve yargı’dan sonra 4’ncü kuvvet olarak kabul edilen mesleğimizde o günlerde başlayan kan kaybı hiç durmadı. O günden sonra yeni yeni gazeteler ve televizyonlar kuruldu. Mesleğe yeni katılımlar oldu. Ancak kimse bu yozlaşmanın önüne geçemedi.
Sanki sessiz bir devrim oldu mesleğimizde! Adeta bir kuralsızlık dönemi başladı.
Patronları tarafından “vasıfsız işçi” olarak görülmeye başlanan ve ucuz rakamlarla işe alınan gazeteciler, topluma örnek olmayı bir tarafa bıraktı. Meslekteki erozyon maalesef topluma da sıçradı.
Adını soyadını yazmaktan, iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz olan bu “ucuz adamlar” tetikçiliğe soyundu. Kahvaltılı, yemekli toplantılarda boy göstermeye başladılar. Meslekteki üstatlara “sen” diyebilme cesaretini gösteren bu tipler, ekranlarda da yer almaya başladı.
Sormadan, araştırmadan, öğrenmeden, düşünmeden boş konuşmak moda oldu!
Öyle ki, ekranlar siyasi partilerin grup başkan vekili gibi davranan sözde gazetecilerle doldu. Nezaketli, sakin ve bilgiye dayalı konuşmalar bir tarafa bırakıldı. Öfke ve cehalet öne çıktı!
* * *
Kim ne derse desin, gazetecilik iyi bir iletişimi ve mesafeyi gerektirir!
Sorgulamak ve araştırmak bu mesleğin temel kuralıdır.
Ama günümüzde yeni yetme meslektaşlar maşallah her şeyi biliyor (!)
Araştırmadan, soruşturmadan, değerlendirmeden yargılama yapıyorlar! Bir de bütün bunları kendilerinde hak görüyorlar.
Eleştiri oklarını yönelttikleri biri ağzı ile kuş tutsa görmezden gelebiliyorlar!
Bunun en güzel örneğini hep beraber son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yaşadık!
Gazeteci olarak bu konuda haber yapıyorsanız, bütün adaylardan bahsetmeniz lazım.
Eğer siz 4 adaydan 3’ünün fotoğrafını ekrana getirip, birini görmezlikten gelmeye çalışıyorsanız, SİZ GAZETECİ DEĞİLSİZİNİZ!
Bu durum maalesef SÖZCÜ TV’de yaşandı!
Orada ana haberi sunan, sunmanın da ötesinde bol bol laf salatası yapan Fatih Portakal Cumhurbaşkanı adaylarından bahsederken, Muharrem İnce’nin bulunmadığı bir fotoğrafı ekrana getirdi. İşte o an benim için kendisinin inandırıcılığı ve objektifliği de bitti!
Nitekim, Sayın İnce o kişinin görev yaptığı televizyona konuk olduğunda bu konuya tepki gösterdi. Oturumu yöneten kanalın Genel Müdürü “kem-küm”den başka net bir yanıt veremedi.
Ayıptır ayıp!
* * *
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi devreye bir de sosyal medya girdi.
Mesleki eğitim almadan birçok kişi gazeteciliğe soyundu. Türkçeyi kuralsızca kullanmak moda oldu. Toplum basın eliyle bu hale dönüşünce, siyasiler de kendilerini yeni döneme göre ayarladı. Onlar da hem karşılıklı konuşmalarında, hem de sosyal medya üzerinden paylaşımlarında “hakaret dolu ifade” modasına uydu.
Ne kadar acı!
Sizleri bilmiyorum ama, nezaketli, saygılı ve bilgili insanları özledim.
Onlarla konuşmak ne kadar güzeldi. O güzel insanlar eleştiri yaparken bile kırıcı olmazlar, bir şeyler öğretirlerdi!
Bu tanıma uyan bir elin parmakları kadar az gazeteci büyüğümüz kaldı.
Onlarla geçmişten bu yana irtibatımı hiç kopartmadım. Kopartmaya da niyetli değilim.
Çünkü o büyüklerimin eleştirileri benim için çok değerli. Böylece, onlardan hala bir şeyler öğreniyor ve mutlu oluyorum.
…Ve kendi hayatım adına bir tercih kullanıyorum:
Dosta tavsiye edilemeyecek ve cahil insanlara da bırakılmayacak kadar önemli bu mesleği sürdürmeye gayret ediyorum.
En önemlisi de, Konfüçyus’un “Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir!” sözlerinden habersiz ama her konuyu bilen(!) sözde gazetecilerden ise uzak kalıyorum.
Gazetecilik adına, İzmir’de ilginç bir olay tezgahlanıyor.
Kendini önemli (!) bir işadamı olarak tanıtan İlhan K. isimli şahıs uzunca bir süredir, televizyon, gazete, dergi ve haber ajansı kuracağı iddiasıyla ortalarda dolaşıp duruyor.
Ulaşabildiği bir takım insanlarla görüşüyor…
Yeni tanıştığı kişilere Havacılık ve Savunma Sanayi başta olmak üzere Tekstil ve Turizm’de şirketler grubu olduğunu ve Türkiye’nin önemli iş insanlarından biri olduğu iddiasında bulunuyor.
Bakan Berat Albayrak’ın istifa ederken “At izi, it izine karıştı” diye söylediği gibi “Sayın Cumhurbaşkanı benim medya alanına da girmemi istedi” balonunu uçuruyor.
Kimse de bu durumu sorgulamıyor, sorgulayamıyor.
Medya alanında hiçbir şirket kurmadan, bu kuruluşlara ait domainleri dahi almadan sosyal medya üzerinden paylaşımlar yaptırıyor.
Büyük bir ustalıkla ikna ettiği konularında uzman kişilere toz pembe tablolar çizmeyi ihmal etmiyor. Yavaş yavaş “Kendi kadronuzu kurarsınız” diyerek el sıkıştığı kişilerin, hiçbir ticari faaliyeti bulunmayan bir şirketi üzerinden SGK girişlerini yaptırıyor. SGK girişlerinin neden farklı bir şirketten yapıldığını soran çalışanlarına da “Ben sigortasız kimseyi çalıştırmam. Medya şirketini kurana kadar kadronuz burada kalacak” yalanını atıyor.
Bu defa yeni görüştüğü kişeleri ikna edebilmek için, başka şirketten sigortalı gösterdiği insanları vitrin olarak kullanıyor.
Kendisini holding patronu olarak tanıtan İlhan K. ad ve soyadının baş harflerinin kısaltılmasının etkisinde kalmış olacak ki, patronluğu (!) unutup adeta İK Müdürü gibi davranıyor. Sosyal Medya paylaşımlarında irtibat numarası olarak kendi cep telefonunu bırakıyor. Bu paylaşımları görerek iş başvurusunda bulunanlara da süslü püslü kelimelerle sadece kendi hayallerini anlatıyor.
Ama ne ilginçtir ki; işe aldığı kişilere maaş ödemek bir yana, bu süreçte ofisin bazı temel ihtiyaçlarını bile kendi asistanına aldırıyor. Kendisinden para beklentisi içinde olanlara da net kaynağını açıklayamadığı bir yerden milyon dolarların banka hesabına gelmekte olduğu bilgisini veriyor.
O da ne?
İlhan K. yakın çevresine 1’nci kordonda 7 katlı bir binayı 30 milyon dolara aldığını açıklıyor.
Kendi alanlarında son derece yetkin iki mimarı işin içine katarak o binada tadilat başlatıyor.
Hem mimarlara, hem işe aldığı personele “Bu binayı medya için geçici olarak kullanacağız. Medya kurumları için Konak’ta eski Türk Ticaret Bankası’nın olduğu binayı da satın aldım. Orayı en güzel şekilde restore edene kadar 1. Kordon’daki bu binadayız. Daha sonra oraya taşındığımızda burayı tamamen yıkarak otel yaptırmayı düşünüyorum” diye sallıyor.
Ama “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözü gerçek oluyor.
Çalışanların parasını ödeyemeyen, mimarlara yaptığı işin bedelini veremeyen ve “Aldım” dediği binanın bedelini de söz verdiği tarihte bina sahibine takdim edemeyen İlhan K. önce o binanın sahibi tarafından kapının önüne konuluyor, sonra da çalışanları tarafından terk ediliyor.
Ama o hala kendisine ulaşanlara hayal satmaya, bıkmadan usanmadan yalan söylemeye devam ediyor.
Ey, İlhan K!
Ne yazık ki kendine yanlış bir alan seçmişsin!
Cumhurbaşkanı’na yakın olduğunu iddia etmekle, Türkiye’nin önde gelen iş insanlarını “Tanıyorum” demekle bir yere varılmaz!
Yalan ile Medya Patronluğu bir arada olmaz!
Kaynağını gösteremediğin ve “Geldi, geliyor” dediğin paralarla bu işlere hiç girilmez!
Hele hele ofiste kullanılan çayı, kahveyi ve şekeri asistanına aldırmakla hiç patron olunmaz!
Aklını başına al ve kendine gel. Bir daha da ağzına “medya patronluğu” sözünü hiç alma.
Bu işler bu kadar ucuz değil!
Gazeteciler olarak senin gerçekleşmeyecek hayallerinin ve peş peşe söylediğin yalanlarının ortakçısı olamayız!
Yalanların senin, kalemlerimiz bizim olsun.
Unutma bak, yine aynı yalanlarına devam edersen bir sonraki yazı daha ayrıntılı olur. Burada yazmadığım konulara da girerim.
Bilmem anlatabildim mi?
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.