20,0115$% 0.19
21,3833€% -0.24
24,9742£% 0.83
1.248,57%0,48
2.250,00%2,27
8.988,00%2,59
1.945,03%0,30
4.580,67%3,45
543357฿%1.80683
15 Mayıs 2022 Pazar
Gazetecilik adına, İzmir’de ilginç bir olay tezgahlanıyor.
Kendini önemli (!) bir işadamı olarak tanıtan İlhan K. isimli şahıs uzunca bir süredir, televizyon, gazete, dergi ve haber ajansı kuracağı iddiasıyla ortalarda dolaşıp duruyor.
Ulaşabildiği bir takım insanlarla görüşüyor…
Yeni tanıştığı kişilere Havacılık ve Savunma Sanayi başta olmak üzere Tekstil ve Turizm’de şirketler grubu olduğunu ve Türkiye’nin önemli iş insanlarından biri olduğu iddiasında bulunuyor.
Bakan Berat Albayrak’ın istifa ederken “At izi, it izine karıştı” diye söylediği gibi “Sayın Cumhurbaşkanı benim medya alanına da girmemi istedi” balonunu uçuruyor.
Kimse de bu durumu sorgulamıyor, sorgulayamıyor.
Medya alanında hiçbir şirket kurmadan, bu kuruluşlara ait domainleri dahi almadan sosyal medya üzerinden paylaşımlar yaptırıyor.
Büyük bir ustalıkla ikna ettiği konularında uzman kişilere toz pembe tablolar çizmeyi ihmal etmiyor. Yavaş yavaş “Kendi kadronuzu kurarsınız” diyerek el sıkıştığı kişilerin, hiçbir ticari faaliyeti bulunmayan bir şirketi üzerinden SGK girişlerini yaptırıyor. SGK girişlerinin neden farklı bir şirketten yapıldığını soran çalışanlarına da “Ben sigortasız kimseyi çalıştırmam. Medya şirketini kurana kadar kadronuz burada kalacak” yalanını atıyor.
Bu defa yeni görüştüğü kişeleri ikna edebilmek için, başka şirketten sigortalı gösterdiği insanları vitrin olarak kullanıyor.
Kendisini holding patronu olarak tanıtan İlhan K. ad ve soyadının baş harflerinin kısaltılmasının etkisinde kalmış olacak ki, patronluğu (!) unutup adeta İK Müdürü gibi davranıyor. Sosyal Medya paylaşımlarında irtibat numarası olarak kendi cep telefonunu bırakıyor. Bu paylaşımları görerek iş başvurusunda bulunanlara da süslü püslü kelimelerle sadece kendi hayallerini anlatıyor.
Ama ne ilginçtir ki; işe aldığı kişilere maaş ödemek bir yana, bu süreçte ofisin bazı temel ihtiyaçlarını bile kendi asistanına aldırıyor. Kendisinden para beklentisi içinde olanlara da net kaynağını açıklayamadığı bir yerden milyon dolarların banka hesabına gelmekte olduğu bilgisini veriyor.
O da ne?
İlhan K. yakın çevresine 1’nci kordonda 7 katlı bir binayı 30 milyon dolara aldığını açıklıyor.
Kendi alanlarında son derece yetkin iki mimarı işin içine katarak o binada tadilat başlatıyor.
Hem mimarlara, hem işe aldığı personele “Bu binayı medya için geçici olarak kullanacağız. Medya kurumları için Konak’ta eski Türk Ticaret Bankası’nın olduğu binayı da satın aldım. Orayı en güzel şekilde restore edene kadar 1. Kordon’daki bu binadayız. Daha sonra oraya taşındığımızda burayı tamamen yıkarak otel yaptırmayı düşünüyorum” diye sallıyor.
Ama “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözü gerçek oluyor.
Çalışanların parasını ödeyemeyen, mimarlara yaptığı işin bedelini veremeyen ve “Aldım” dediği binanın bedelini de söz verdiği tarihte bina sahibine takdim edemeyen İlhan K. önce o binanın sahibi tarafından kapının önüne konuluyor, sonra da çalışanları tarafından terk ediliyor.
Ama o hala kendisine ulaşanlara hayal satmaya, bıkmadan usanmadan yalan söylemeye devam ediyor.
Ey, İlhan K!
Ne yazık ki kendine yanlış bir alan seçmişsin!
Cumhurbaşkanı’na yakın olduğunu iddia etmekle, Türkiye’nin önde gelen iş insanlarını “Tanıyorum” demekle bir yere varılmaz!
Yalan ile Medya Patronluğu bir arada olmaz!
Kaynağını gösteremediğin ve “Geldi, geliyor” dediğin paralarla bu işlere hiç girilmez!
Hele hele ofiste kullanılan çayı, kahveyi ve şekeri asistanına aldırmakla hiç patron olunmaz!
Aklını başına al ve kendine gel. Bir daha da ağzına “medya patronluğu” sözünü hiç alma.
Bu işler bu kadar ucuz değil!
Gazeteciler olarak senin gerçekleşmeyecek hayallerinin ve peş peşe söylediğin yalanlarının ortakçısı olamayız!
Yalanların senin, kalemlerimiz bizim olsun.
Unutma bak, yine aynı yalanlarına devam edersen bir sonraki yazı daha ayrıntılı olur. Burada yazmadığım konulara da girerim.
Bilmem anlatabildim mi?
Acaba ABD Başkanı ne diyecek?Her sene nefesler tutuluyor. Aman o kelimeyi kullanmasın!
Ermeni lobisi her yıl başkana “Soykırım” dedirtebilmek için bastırırken biz sanki suçluymuşuz gibi sessizce bekliyoruz.
Bir ABD başkanı, çıkıyor, 24 Nisan 1915 olaylarını anlatırken “Korkunç” diyor.
Diğeri çıkıyor “Büyük felaket” ifadesini kullanıyor.
Bu yıl da ABD Başkanı J.Biden “Soykırım” dedi.
Ama maalesef bütün bunların emperyalist bir yalan olduğunu dünyaya bir türlü anlatamadık, anlatamıyoruz.
***
Aslında tam 98 yıl önce, Ermenistan’ın ilk Başbakanı olan Ovanes Kaçaznuni Türklerden bunun için özür dileyerek, Türklere haksızlık yapıldığını itiraf etmiştir.
Peki ya, Atatürk bu konuda ne söylemiştir?
Atatürk de bu konudaki görüşlerini çok net biçimde kamuoyu ile paylaşmıştır.
Philadelphia- Public Ledger gazetesi muhabiri Clarence K. Streit, 26 Şubat 1921 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’e 19 sorudan oluşan bir metin göndermiş, Atatürk’de bu sorulara madde madde yazılı olarak cevap vermiştir.
Bu sorulardan 6,7, 8, 13 ve 14. sorular Ermeni meselesi ile ilgilidir.
Bunların arasında tehcirle ilgili olanı 7. Soruda Amerikalı gazeteci;
“Harb-i Umumi esnasında ika edildiği mütemadiyen ağızlıda dolaşan Ermeni taktil(katliamları) ve tehciri hakkında hükümetinizin resmî nokta-i nazarı(görüşü) nedir?” Diye sormuştur.
Atatürk’de bu soruyu yanıtlarken tehcirin sebeplerini, uygulamasını ve sonuçlarına ilişkin görüşlerini ortaya koyarak aynen şöyle demiştir:
“Düşmanca ithamda bulunanların sürdürdükleri büyük mübalağalar (abartmalar) dışında Ermenilerin tehciri meselesi aslında şuna inhisar etmektedir(şundan kaynaklanmaktadır): ‘Rus ordusu 1915’de bize karşı büyük taaruzunu başlattığı bir sırada o zaman Çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak Ermeni Komitesi askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan ettirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye mecbur kaldığımız için kendimizi daima iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk. İkmal(lojistik) ve yaralı konvoylarımız acımasız bir şekilde katlediliyor, gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip(yok) ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürdürülüyordu.’
Bu cinayetleri işleten ve saflarına eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini(gıda sağlanmasını) bazı büyük devletlerin daha sulh zamanından beri kendilerine kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklardan bilistifade(yararlanarak) ve bu maksata matuf(yönelik) olarak büyük stoklar husule (meydana) getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinden yapıyorlardı.
İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkarı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda (suçlamada) bulunamaz..
Bize karşı yapılmış iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.” (Nejdet Bilgi, “Atatürk ve Ermeni Zorunlu Göçü”, Ermeni Araştırmaları 1, Türkiye Kongresi Bildirileri, 1.Cilt, Ankara, 2003,s.s.55-82.)
***
Unutmayalım ki; Artık güçlü olanın, haklı kabul edildiği bir dünyada yaşıyoruz.
Biz ülke olarak önce birlik beraberlik içinde olup güçlü olmadan kimse bizim sesimize kulak vermez. Emperyalist ülkelerin, zayıf gördükleri ülkeler üzerinde hesap yaptıklarını bugün artık bilmeyen yok. Adamlar bir yalan söylüyor, biz de onların yalan söylediğini bir türlü anlatamıyoruz.
Yaşanan durum aynen bu…
O zaman biz de güçlü olacağız ki, haklı olalım.
Bunun için hepimize iş düşüyor!
***
Şimdi de sevgili okurlarıma seslenmek istiyorum:
Gazetecilik mesleğinde almış olduğum önemli bir sorumluluk nedeniyle, her hafta düzenli olarak sizlerle birlikte olamayacağım. Bunun için üzgünüm ve affınıza sığınıyorum.
Ülkemizin dürüst gazetecilere ihtiyacı olduğu bilinciyle, şimdi yurdumuzun dört bir yanındaki genç ve yetenekli meslektaşlarıma, ilkeli ve tarafsız habercilik noktasında ağabeylik yapacağım.
Onların da, ileride çakı gibi gazeteci olarak yetişmelerine katkı yapacağım.
Ama sizleri de unutmayacağım.
Her hafta olmasa da, fırsat buldukça yazacağım.
Şimdilik kalın sağlıcakla…
Hayatta, yanlış yaptığınızı veya yanıldığınızı hiç düşündüğünüz mü?
Yoksa, “Herkes hata yapar ama, ben yapmam. Her şeyi çok iyi bilirim” diyenlerden misiniz?
Ne kadar akıllı olursak olalım, hayat hepimiz için tuzaklarla dolu.
Çoğu zaman dost diye düşündüğümüz insanlar ve kaliteli diye tercih ettiğimiz ürünler konusunda yanılmadık mı?
Ama bunlardan ders alabilmek önemli!
Bedel ödediğimiz yeni hatalara düşmemek için daha dikkatli olmak gerekiyor.
Bunun aksi yapıldığı takdirde, kendi eliyle yaşam standardımızı da yerle bir ettiğimizi anlamalıyız artık…
***
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, AKP bir ilk oldu.
2002 yılından bu yana, yaptığı bunca hatalara rağmen tek başına iktidar koltuğunda kalmayı başardı. Çünkü, yaşadıklarımızdan ders alamadık. Şu sıralar, MHP’nin desteğine ihtiyaç duyuyor olsa da önümüzdeki seçimleri de kazanıp yine yola devam etmek istiyor.
Bence işi çok zor…
Öncelikle ifade etmek isterim ki; İktidara geldiğinden bu yana “Ötekileştirme Siyaseti” izleyen AKP’ye büyük bir kırgınlığım var. Bu ülkenin, sağlam eğitim almış Atatürkçü Generalleri ve Subayları, Fetöcü Savcıların talimatıyla evlerinden tuzluk gibi toplanıp komik mahkemelerde yargılanırken sessiz kaldılar. Hatta, “Bu davanın savcısıyız” diyebildiler.
Hakkımı helal etmiyorum…
İşlerine geldiği zaman, “Hukuk’a saygılıyız” demelerinden, işlerine gelmediği zaman da Anayasa Mahkemesinin verdiği kararlarına bile “Tanımıyoruz” demelerinden de bıktık. Kamu düzenini sarstıkları için hakkımı helal etmiyorum…
Kendi elleriyle hukuk düzenine verip güveni yok ettiklerini görmediler. Bu gün, ekonomik sıkıntılar yaşıyorsak bunların temelinde bu güvensizlik yatıyor.
Hakkımı helal etmiyorum…
Yatırım, huzur ve güvenin olduğu adaletin tam işletildiği yerlere gelir.
Üniversite mezunu gençlerimiz asgari ücretli iş ararken, onlar “İtibardan taviz vermeden” iktidar koltuğunda oturdukları için hakkımı helal etmiyorum…
Muhalefet tarafından haklı olarak ısrarla sorulan, 128 Milyar Dolar’ı da, yaşanan bir çok skandalları da bir tarafa bırakıyorum “Gerçekten yeniden iktidar olabileceklerini düşünüyorlar mı?” diye sormak istiyorum.
AKP yöneticileri farkında değil ama onları 2002’den beri iktidara taşıyan seçmenler, artık onlara sırtını döndü. Onlar da haklarını helal etmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzı ile “Allah bizi affetsin. Yanılmışız” demeye başladılar. Yeni oy kullanacak gençler de, AKP’ye sağlam bir ders vermek için kararlı bir duruş sergiliyor.
Anne ve babalarına da, “Aynı hatayı bir daha yaparak geleceğimizle oynamayın. Değişim zamanı çoktan geldi” diyorlar.
***
Şimdi sizlerle bir fıkra paylaşmak istiyorum;
Bir gün, bir kilisenin kapısında iki dilenci beliriyor…
Biri temiz pak nur yüzlü, diğeri pasaklı, karanlık suratlı, insanların yüzüne bakmaktan kaçındıkları cinsten…
Temiz, pak olanın önünde bir yazı; “Ben yoksul bir Hristiyanım, lütfen yardım edin.”
Karanlık suratlı olanın da önünde bir yazı var; “Bütün varlığını kumarda ve zinada kaybetmiş bir Yahudiyim. Paraya ihtiyacım var.”
Pazar ayininden çıkanların hepsi, öfkeyle Yahudi dilencinin önünden geçip, nur yüzlü dilenciye para veriyorlar.
Bu olay haftalarca devam ederken, kilisenin papazı Yahudi dilenciye acıyor.Yanına yaklaşıp “Bak, haftalardır avuç açıyorsun burada, tek kuruş sadaka toplayabilmiş değilsin. Seni gören hiddetleniyor, parayı diğer dilenciye veriyor. Şu önündeki yazıyı kaldırsan, Yahudi olduğunu söylemesen, kumarı ve zinayı falan işe karıştırmasan, üç beş de sen kazanırsın, karnın doyar” diyor.
Yahudi dilenci gülerek, diğer dilenciye sesleniyor;
“İşittin mi Salomon? Papaz bize ticaret öğretiyor.”
İşte hayat böyle…
İlk bakışta bize taban tabana zıt gelen seçenekler arasında, hayal bile edemediğiniz bağlar olabiliyor. Maalesef böyle tuzak dolu bir dünyada yaşıyoruz. Sadece gördüğümüze inanarak çoğu kez hatalar yapıyoruz.
Amerikalı yazar Mark Twain’in çok güzel bir sözü var;
“Siyasetçiler ve bebek bezleri sık sık değiştirilmeli, aynı sebeple” diyor.
Yani değişim geciktikçe, kötü kokular çoğalıyor!
Şimdi de onu yaşamıyor muyuz?
Hayatta en zor şeydir, insanın sevdiklerinden ayrılması…
Hele hele o kişiyi bir daha görememek ve sesini duyamamak üzere başlayan bir ayrılıksa, daha da ağır gelir insana.
Aslında her canlı için “Fani” denir.
Bunu biliyor olsak da, sürekli iletişim içinde olduğumuz bir dostumuzu, arkadaşımızı kaybettiğimiz zaman nedense zor kabul ederiz. O an içimiz yanar, kendisi ile ilgili anıları hatırlarken, gözyaşlarımıza da hakim olamayız.
İşte, bu hafta böyle bir süreç yaşadım…
Bu güne kadar hiç yüz yüze gelmediğim, ancak telefonla sürekli irtibat halinde olduğum, sevgisine samimiyetine ve pozitif enerjisine her zaman şahit olduğum Malkaralı Gazeteci arkadaşım, kardeşim Alper Eral’ı kaybettim.
***
Alper, iyi bir gazeteci olduğu kadar çok iyi bir insandı…
Sadece bana karşı değil, iletişim içinde olduğu herkes onun için böyle düşünürdü.
Ne ilginçtir…
Kendisiyle tam 42 yıldır tanışmama rağmen hiç yüz yüze gelememiş, birbirimizin ellerini hiç sıkamamıştık. En büyük ortak yönümüz; 1979 yılında Son Havadis Gazetesinde Merhum Fevzi Koçak’ın Yurt Haberler Müdürü olduğu dönemde göreve başlamamızdı. O zamanlar çıkan haberlerimizden, ben Tekirdağ Malkara’dan Alper Eral’ı merak ederdim. O’da Bolu haberlerinden dolayı beni…
Rahmetli Fevzi ağabeyim, benimle ne zaman konuşsa mutlaka Alper ile ilgili bir şeyler paylaşırdı. Sanıyorum, Alper ile konuştuğunda da, benim adım geçiyordu. Yıllar içinde yollar ayrılsa da, birbirimizle olan irtibatımızı hiç kaybetmedik. Adeta bir öz kardeş gibi hep iletişim içinde kaldık. Meslekte yakaladığım başarıları yakından takip eden Alper kardeşim, en çok sevinenlerin hep başında gelirdi.
TRT ve Anadolu Ajansı’nın başarılı bir muhabiriydi. Bir gün, İnternet sitelerine haftalık yazı yazdığımı öğrenince “Ağabeyim, yazılarını ben de yayınlamak istiyorum” demişti. Ben de, bu teklifi memnuniyetle kabul etmiştim. Gönderdiğim yazıları bazen habere dönüştürerek ana sayfasından yayınlayan Alper kardeşim, benim için “Ünlü Gazeteci” yakıştırması yaparak beni mahçup ederdi.
Böyle yapma, dediğim zaman da “Ağabeyim, ben sizi seviyorum” derdi.
***
Türkiye genelinde 13 ayrı internet sitesine yazı gönderiyordum. Alper’den iki haftadan bu yana bir mesaj almamıştım. Bu durum gerçekten olağan değildi. Bende kayıtlı iki telefonu vardı. Israrla aradım. Mesaj attım. Ama geri dönmedi.
İlk defa böyle bir şey yaşıyordum. O an içime bir korku düştü!
İnternet üzerinden adını soyadını yazarak bir arama yaptırdığımda, korktuğum başıma geldi. Alper kardeşim, Corono’ya yakalanmış ve 5 gün içinde hayatını kaybetmişti. Boğazım düğümlendi, gözlerim yaşardı. Onun sesi kulaklarımda yankılandı.
WhatsApp üzerinden bana yazdıklarına baktım.
En son gönderdiğim yazımı yayına çıkartmış ve şöyle demiş:
Yazı yayındadır değerli ağabeyim.
Kendine çok iyi bak.
Corona’dan uzak dur.
Seni seviyoruz!
Biz de seni seviyoruz Alper kardeşim…
Allah’ım sana rahmet eylesin, nurlar içinde uyu!
Yazdıklarımı takip eden dostlarım iyi bilir…
Bu mesleği düzgün şekilde yapanları Gazeteci, ağzına yüzüne bulaştıran, çıkar peşinde koşan ve bu mesleğe yakışmayanları da Gasteci, olarak tanımlıyorum.
Şimdi sizlere bir Gasteci’nin düştüğü paylaşmak istiyorum;
Bu arkadaş(!) Ankara gazetecisi…
Hem de Parlamento Muhabiri…Olay, rahmetli Erdal İnönü döneminde yaşanıyor.
İnönü, bir hafta sürecek bir yurt gezisine çıkacağı bilgisi kendisini takip eden gazetecilere ulaşıyor. Evden uzak, bir haftalık koşuşturma içinde olacak gazeteciler önce mesleki donanımlarını gözden geçiriyor. Sonra da, kişisel bakım malzemeleri ile birlikte o süre içinde giyecekleri kıyafetleri valizlerine yerleştiriyor.
Erdal bey ile birlikte Ankara’dan ayrılma saati geliyor.
Gazeteciler, gezi boyunca günlük temizlik ve hijyenlerine dikkat ederken aralarından bir kişi, herkesin dikkatini çekmeye başlıyor. Gezinin 2’nci, 3’ncü ve 4’ncü günü aynı gömlekle kahvaltıya iniyor bu arkadaş. Ter kokusu ile arkadaşlarını rahatsız etse de, kimse onu uyaramıyor.
Ama gezinin 5’nci gün kahvaltıda dananın kuyruğu kopuyor.
Yakası iyice kirlenmiş olan gömlekle kahvaltıya inen Gasteci arkadaşın kulağına eğilen Erdal bey, “Her zamanki gibi, bugün yine çok şıksınız” deyiveriyor.
Bu bilgileri benimle paylaşan meslektaşım şöyle dedi;
“O an biz yerin dibine geçtik. Ama baktık ki, o arkadaşımız bunu iltifat olarak algıladı.”
Şimdi soruyorum sizlere, çevresine saygısız olan ve yapılan bir eleştiriyi iltifat olarak değerlendiren kişiiçin Gazeteci diyebilir miyim?
İzninizle ben bu tiplere Gasteci diyorum…
***
Bazı meslekler toplum için örnek teşkil eder…
Hakimler, Savcılar, Avukatlar, Askerler, Doktorlar, Akademisyenler, Öğretmenler, Din Adamları ve Gazeteciler atacakları her adıma dikkat etmek zorundadır. Sahip oldukları mesleklerinin gereğini yaparken, nezaketi ve saygıyı elden bırakmamalıdır.
Yoksa sadece kendi itibarlarını değil, mesleki itibarlarını yerle bir ederler.
Ama sadece iş bu mesleklerle sınırlı değil!
Ülkeyi yönetmek üzere göreve talip olan siyasetçiler, herkesten daha fazla sorumluluk içinde davranabilmelidir.
Geldiğimiz noktada üzüntümüz büyük!
Torpilsiz işe giremeyeceğini gören gençlerimiz, gözlerini yurt dışına dikmiş durumda.
Bu durumun sorumlusu kim? Elbette siyasetçiler, ama bunları dile getiremeyen Gasteciler’de suçlu…
Toplum olarak geçmişe özlem duyar olduk!
Birbirine saygılı siyasetçileri,
İktidara yaranmaya çalışmayan dürüst ve bilgili gazetecileri, Omurgalı Akademisyenleri, Karar verirken, adım atarken iktidar sahiplerinin yüzünü gözetlemeyen hukuk adamlarını, Okuduğu mevlidlerin arkasından yaptığı dualarında, bu devletin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Silah arkadaşlarını unutmayan Din Adamlarını, her sabah, öğrencilerine coşku ile Andımızı okutan ve onlara milli benlik aşılayan özverili öğretmenlerimizi çok özledik.
Hem de çok özledik!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.